Köşe Yazıları

Tamamlanmayan yazı / 7.4.2012
“Bazı şeyler yürekle kavranır, içi kan dolu bir yürekle” demiş, yazının orta yerine noktayı, çift noktayı koymuştum: Newroz piroz be! (“Başlangıçların Hikayesi”, 24 Mart) Bir hafta sonra kaldığım yerden devam edecek, Sümer’e, Babil’e, Ortadoğu mitolojilerine girecektim. Işıkla karanlığın, kozmosla kaosun, varlıkla hiçliğin mücadelesi. Babil Yaradılış efsanesi Enuma Eliş, Başlangıçların Şarkısı. Tanrı Marduk ve ejderha Tiamat. İyi ile kötü, suç, günah ve arınma. Zalim kral Dehak ve Cemşid, Feridun, Kawa. Esaret ve kurtuluş. Yılanlar, vicdan... “Ölüm bir ustadır”, Celan’ın en ünlü şiirinde, Ölüm Fügü’nde, yılanlarla oynayan bir usta...

(İnsan yüreği bir aynadır, derlerdi eskiden. Sonsuza dek tutmak isteyeceği görüntüyü arayan, taşla yaşıt bir ayna. Elmas sertliğinde, sırları dökülmüş. Aynı çamurdan biçimlendirilmiş dünyanın yüreğiyle...)

İnsanlığın en derin, en eski ve kutsal arayışı üzerine, bir hikaye ve hakikat olarak yeniden doğuş miti üzerine iki yazı yazmaktı hedefim. Ölümle sonlanmayan yaşam, sonsuza açılan, sonsuz küçüğe ve büyüğe dağılan, karışan yazgı... Sonsuzluğu her yerde ve her şeyde arayan, yaratan insan imgelemenin gücü ve aşkınlığı. On iki yıl sonra, bir kez daha, yaşamın sönmeyen, sessiz ateşi üzerine yazmak istiyordum. Yüzyılların, mevsimlerin, kuşların ve rüzgarın çevirdiği çember... Yirmi dört saatlik ‘teknik’ bir gecikmeyle yazının giriş bölümünü yolladım. Aynı gün ‘Özgür Gündem’ basıldı, toplatıldı, kapatıldı. Telefon, sms, e—mail trafiği... Yazımın ‘akibetini’ sormayı unutmuşum! Tuhaf, derin, açıklanamayan, çok can yakan bir sızı. Sanki kesilmiş, sonsuya dek yitirilmiş bir uzvun sızısı, hayaletlerin ağrısı...

Şimdi newrozdan, iki kişinin öldürüldüğü, onlarca kişinin yaralandığı, yüzlercekişinin göz altına alındığı newroz bayramından iki hafta sonra, yağmurlu, karanlık bir sabahta, nasıl devam edeceğimi düşünüyorum. Dağlarla çevrili bu Orta Avrupa kenti, bana bütünüyle yabancı bu kent, soğuk, ıslak, gelip geçici bir rahim gibi sığındığım bu kent, kendi ‘Yeniden Doğuş’ ayinine hazırlanıyor. Saatlerdir Paskalya çanları çalıyor, içimdeki sızı derinleşiyor.

(Eskiden, çok eskiden, asla geri gelmeyecek altın çağda,sonsuzluk henüz çarpıp durmamışken zamana, ışık vardı. Söz vardı. Sözün geldiği yürek. Toprak ve suret. Ama hiçbiri yetmedi insanların dünyasının filizlenmesine. Parçalamayı öğrendi tanrılar. İlk cinayet işlendi, kardeş kardeşi öldürdü. Kan suya karıştı, ışık çığlığa... Daha doğmamış olan, sonsuza dek ayrıldı ölenden, söz koptu yürekten, suret unuttu yüzü. Kırmızı bir perde gibi gerildi kan, ölümle yaşam arasına... Bunun içindir ki hep eksik, hep tamamlanmamış kalacak hayatımız, her gün bir tanrı başka bir tanrıyı boğazlayacak içimizde ve her gün yeniden yaratacağız kendimizi, kanla düşlerin evliliğinden.)

‘İlk cinayet’ adını verdiğim bu kısacık paragraf, paranteze aldığım diğer cümleler gibi, en az yedi yıllık... Yazımın ilk bölümüne koyup koymamakta nedense tereddüt ediyordum. Oysa kanı ve parçalanmayı anlatmadan, ‘başlangıçların hikayesi’ tamamlanamaz, anlaşılamaz, canlanamaz.

(Sonra, ansızın her şey altın rengi bir alevle tutuşur. Gün ışığının bile veremeyeceği bir aydınlığa, saf ışıktan çizilmişçesine yalın, sonsuz, kusursuz bir görünüme kavuşur. Sanki nesnelerin kabukları kırılmış, derinlerinde gizlenen parıltı, yalnızca bir kereliğine dışarı dökülmüştür. Bata çıka varmışsındır işte, yıllar önce tenine saplandığın dünyanın yüreğine... Oyup çıkarmışsındır sırrını. Bütün bunların BOŞUNA OL—MA—DI—ĞI—NI söyleyen ezgiyi. Ama o ezgi de çabucak dağılıp gider sessizliğin içinde. Seni geride, taşların dibinde bırakarak... Saf ışık ve sonsuzluk. Sonunda sen de resimdeki yerini buldun, işte! Yeryüzüyle gökyüzü arasında, sessizce, öylesine bekleyen bir taş. O taş öyküsünü tamamladığında, sen de kendi öykünde var olmuş olacaksın.)

Şimdilik bununla, yabancı bir şehrin çanlarıyla, tamamlanmamış yazılarla, birer tohum kadar bomboş sözcüklerle yetineyim. Saf ışık ve sonsuzlukla, içi kan dolu, yitirilmiş bir uzuv gibi sızlayan bir yürekle... (Newroz yazımı kısmetse seneye bitiririm!)

Dipnot: Bolu cezaevinden yollanan bir ilk roman birkaç hafta önce elime ulaştı. ë”Böğürtlen Zamanı”nı o gün, o saat okudum. Böylesine yalın ve sahici, hüzünlü ve güzel bir metni benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.




 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi