Röportajlar

 

  Kimse işkenceden melek çıkmaz. / Özlem KÖYOĞLU / 24.5.2009
  ’H —A—Y—A—T. Hep bu görkemli harf şöleni adına ayakta kalmadık mı! O görkemli harf şöleni adına çırpınır, anlatır, dönüşür, atlatırsın. Sana ait olmayan, bir başkasından, bir başka sen’den aldığın güçle bu dünyanın gecesini atlatırsın. Gelecekten ödünç aldığın bir güçle sağ kalır, yoluna devam edersin, yeni güne, bütün yeni günlerin keskin sınırına doğru. Ama gecen, senden çok daha önce ulaşır ufkun ötesine...’
Hayat, eğer her birimizin içinde yaşamak zorunda kaldığı bir ’Taş Bina’ysa, ki yukarıdaki satırların yazarı, Türk edebiyatının en özel kalemlerinden biri olan Aslı Erdoğan, böyle bir olasılık olduğunu söylüyor, yaşadığımız gerçekliği bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor. Zira o ’Taş Bina’ aslında şiddetin en acımasız haliyle yaşandığı, suçluyla masumun, kurbanla katilin aynı bedende birleşebildiği ve işkencenin her türlüsünün gerçekleştiği bir bina... Tüm kutsallığına ve güzelliğine rağmen...
Aslı Erdoğan fizik eğitimi almış, CERN’de yüksek lisansını tamamlamış ve doktorasını yaparken bilimden sanata geçiş yapmayı seçmiş ilginç bir yazar. Yurtiçi ve dışında kitaplarıyla aldığı pek çok ödül var. Geçtiğimiz günlerde de Avrupalı okurlar tarafından ’geleceğe kalacak 50 yazar’ arasına seçilen tek Türk oldu ve bu listedeki 9 kadının arasında yer aldı. Şiddet temasını kitaplarında sıklıkla işleyen Erdoğan’la uzun bir aradan sonra çıkardığı ilk öykü kitabı ’Taş Bina ve Diğerleri’ni, hayatı, içinde yaşadığımız taş binaları ve insanlık hallerini konuştuk.

’Taş Bina ve Diğerleri’nde şiddeti ve işkenceyi anlatıyorsunuz. Kitaptaki ’Taş Bina’ işkence odalarının bulunduğu bir bina mı yoksa bir metafor mu?
Aslında ’Taş Bina’ hayatımız. Bu metinde her okuru kendi taş binasına götürmek istedim. İlla işkence odaları ve gerisi değil taş bina ve onun sıkıştıran, boğan dönemeçleri... Hayatında böyle bir yapısı var.

Anlattığınız öykünün karakterleri ve onların yaşadıkları olaylar bu yüzden mi çok belirgin değil?
Evet, çünkü bu anonim bir metin. Belki hepsi ayrı kişiler belki de hepsi aynı kişi. Bu yapıyı şunun için kurdum: Yıkan, ezilen her şey öyle bir parçalanır ki birbirleriyle bir daha konuşamayan benlere bölünür. İşkence bir yarılmadır. Bedenle ruh arasında, ölenle sağ kalan arasında... Bir yanımız ölür, bir yanımız sağ kalır; bir yanımız ele verir, bir yanımız ele verilir. Keşke bunlar birbirleriyle konuşabilse ve barışabilseler. Ama barışamazlar. O yüzden de kitapta insanlar o taş binadan sabah olup çıktığında bir kişi eksiktir. Bu pek çok şekilde yorumlanabilir. Belki biri öldü, belki biri intihar etti ya da bambaşka bir şey... Bir arada olabilseydik kurtarırdık belki. Ama parçalandık ve dağıldık... O parçalanmayı anlatabilmek için böyle bir yapı seçtim. Karakterlerin Ahmet, Mehmet, Aslı gibi bir ismi yok. Hepimizi, herkesin kötülüğünü anlatıyorum. Bu yüzden de hüzünlü bir metin.

TAŞ BİNA’DAKİ BÜTÜN SAHNELER GERÇEKTİR

Kitabın bir bölümünde sıradan insanların bulundukları bir kahve ve onun karşısında bulunan, müdavimlerinin dışında kimsenin kabul edilmediği bir barı anlatıyorsunuz. O bardan bu kahveyi seyredenleri... Burada entelektüellere bir eleştiri mi var?
Aslında edebiyatın bir açmazına işaret ediyorum orada. İronik dille anlattığım entelektüellerin arasında ben de varım çünkü. Evet, ben o kahveye dışarıdan bakıyorum. Ama kitaptaki deli A. da dışarıdan bakıyor. Bahsettiğiniz bölümde oraya dışarıdan bakan entelektüellerden biri oradan bir çocuğu işkenceye teslim ediyor. Bu benim yaşadığım bir olaydır. Zaten ’Taş Bina ve Diğerleri’nde anlattığım bütün sahneler gerçektir. Hepsini gördüm ve yaşadım. O olay da bunlardan biriydi. Her gün gittiğim kafeden bir adam çıktı ve polise ’Al bunu konuştur’ diye bir çocuğu teslim etti. İşte biz buyuz. İşkenceye üzülürüz, hüzünleriniz, ama kendi cüzdanımız gittiğinde ellerimizle insanları işkenceye teslim ederiz.

Dışarıdan baktığınızı söylüyorsunuz ama yaşamak için de Rio de Janeiro ve İstanbul gibi dünyanın en ilginç şehirlerinin arka sokaklarını seçiyorsunuz...
Sanırım öyle bir yanım var ama bir yandan da bunu romantize etmekten korkuyorum. Çünkü iş adamlarının dünyasının sığlığı, katılığı, bencilliği artık sokaklarda da var. Ama yine de kendimi yenilmiş, ezilmiş olanın yanında hissediyorum. Buna hakkım var mı bilmiyorum. Ama sanki ben oralara daha çok aidim gibi. Hayatımda zaman zaman o dünyalara girip zaman zaman daha korunaklı yerlere çekildiğim dönemler oldu. Ama hiçbir zaman marjinal bir hayatım olmadı. Yani arka sokakların, serseriliğin yazarıyım diyemem. Ama o dünyayı iyi bilirim. Afrika’da gettoda yaşadım, Brezilya’da bayağı arka sokaklarda yaşadım. O dünyayı, o insanları sevmeyi hep istedim. Belki de edebiyat bunun için kolay bir alan. Çünkü gerçek hayatta kurbanlar hiçbir zaman çok masum, çok temiz değildir. Maalesef değildir... İşkence görmüş insanlar melek çıkmaz işkenceden. Tam tersi, oradan hep kötü biri çıkar. Onun için de kurbanları tanımak çok zordur. Tanıdıkça onları daha az severiz. Uzaktan yüreğimiz yanar ama bir yüz yüze gelin bakalım... Şiddet insanı kirleten, iz bırakan bir şey... Kirli bir iz bırakıyor...


Yazdığınız metinler sonrasında hayatınızı etkiliyor mu?
’Kırmızı Pelerinli Kent’ bittiğinde darmadağın bir haldeydim. Kedi yavrusu gibiydim; kişiliğim kalmamıştı. Kim beni nereye çekse gidiyordum. Sürekli ölüm vardı aklımda. Oradaki karakter, Özgür gibi, ölmek istedim. O halden çok zor çıktım. ’Mucizevi Mandarin’i yazdıktan sonra bulantılar, hafif baygınlıklar yaşadım. Bu kitabı bitirirken ciğerlerimde bir sorun çıktı, boyun fıtığı geçirdim ve böbrek taşı düşürdüm. Bedenim şiddetli tepkiler verdi yazdığım metne. Demek ki doğru bir yerdeyim diye düşündüm. Çünkü söz ettiğim şiddet ve acı ete kazınmış bir acı. Demek ki bir yarayı açıp kanatmışım. Maalesef yaralardan söz etmek istiyorsanız onların kabuklarını soymak gerekiyor. Benim bir cümlem var kitapta: Yaralar konuşur, sesleri çirkindir... Öyle bir durum var metinleri bitirdikten sonra olan. O yazılan metinler kolay metinler değil. Yazarı da zorluyor... Benim için de yazmak bir yerde kirli kanı akıtmak.

Bu kadar zorlamasına rağmen hala yazmayı istiyor musunuz?
Buna değiyor mu diye soruyorsanız elbette... Bu tamamlanmışlık hissi başka hiçbir şeyde yok. Bir de okurdan gelen tepkiler var tabii. Akıl hastanesinden ya da cezaevinden mektuplar geliyor ’Bu hikayede kendimi buldum’ diye. Bu, insana iyi gelen bir duygu. Demek ki insanlarla bir yerde buluşmuşum. Hayattan ne bekleyebilirim ki daha fazla?


Siz fizik eğitimi aldınız ve CERN’ de (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) yüksek lisansınızı yaptınız. Bilimden sanat geçişiniz nasıl oldu?
Bu kendiliğinden olan bir dönüşümdü. Pişman da olmadım bıraktığım için. Çünkü galiba fiziğin kendisiyle CERN’deki dünyayı yan yana koyamadım. Benim için durum Einstein’lar Heisenberg’ler ararken Sarkozy’ler bulmak gibiydi... Çok zeki ama çok yırtıcı, birbirinin gözünü oyan son derece maço bir dünya.

O tür araştırma laboratuarları çok daha sakinmiş, gibi görünüyor dışarıdan?
Dünyanın en büyük laboratuarının sakin olmasını nasıl bekleyebiliriz ki? Türkiye’de bile bu kadarcık bir sanat piyasasında küçücük paralar dönüyor, kan gövdeyi götürüyor. CERN gibi bir laboratuarda çok büyük bütçeler konuşuyor. İşin içine büyük paralar girerse gerçek savaşlar da başlar. Ama tüm bu söylediklerimden CERN’de yapılan araştırmayı ve diğer çalışmaları küçümsediğim anlamı çıkarılmasın. Yapılan çok önemli bir araştırma ama tam da bu yüzden en sert savaşlar da orada geçiyor. Bir de CERN’in Türkiye’deki edebiyat camiasına tercih ettiğim bir yanı var. Objektifliği orada öğrendim ben. Orada herkes herkesi ve her şeyi okur, değerlendirir ve çok sert de eleştirirdi. Yani Sezar’ın hakkı Sezar’a... Bunu Türkiye’de ve edebiyat camiasında göremiyorum. İyiye iyi diyemiyoruz nedense bir yanımız acıyor.

Eskiden bir birliktelik ruhu varmış sanat camiasında...
O çok eleştirdiğimiz klikler, cemaatler kalmadı artık. Her koyun kendi bacağından asılıyor. Daha tam olarak bireyselliğin olmazsa olmazını, ötekine ve onun sınırlarına saygıyı öğrenemeden o cemaat yapısını da yitirdik. En temel ahlaki meselelerde belki bu yüzden çuvallıyoruz.

Eski sevgilinizin sizinle ilgili yazdığı kitap da bunun bir örneği sayılabilir...
Bu konuyla ilgili konuşmak istemiyorum. Bu benim için bir tabu değil ama şimdi söz konusu olan sadece yeni kitabım. O da bana yapılan bir işkenceydi ama bu kitapta onunla ilgili bir şey anlatmadım. Hayatımın detaylarının, birebir yaşadığım işkencelerin kitabımın önüne geçmesini istemiyorum.


AKŞAM GAZETESİ





 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi