Röportajlar

 

  ‘Acılardan güzel bir şarkı / (Elele Dergisi, Temmuz 2009) Aslı ÖKTENER KÖSE / 1.1.2010
 



Konuşmamız ne kadar sürdü bilmiyorum. Kadındık. Benzer ağır yaralar almıştık. Fazlasıyla hem de… Hijyenik değildi yaşamlarımız. Kırgınlıklarımız kadar iyimserliğimiz de örtüşmüştü. Ama onun ruhu daha narindi…

Hiç tanımadığı insanların acılarını dinliyor, üzülüyor, o an darmadağın olabiliyordu. Bu halini gördüğünüzde kendisi için ‘karamsar’ yakıştırmasını yapanlara, ‘halt etmişsiniz siz’ diye yanıt vermek istiyordunuz. Belki de haddimi aşıyorum ama sanki her şeye inat yine de çok insandı. Hayattaki en büyük meziyet…

Dünya okurları tarafından geleceğe kalacak 50 yazar arasına seçilen tek Türk yazarı Aslı Erdoğan ile son kitabı, ‘Taş Bina ve Diğerleri’ ile ilgili ve hayata dair konuştuk.

Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Kitap 4 hikayeden oluşuyor. Ana hikaye Taş Bina. Diğerleri eski hikayelerim. Hepsini bir araya getirme nedenim tematik bir bütünlük oluşturması. Tüm hikayelerde bir şiddet, yaralanmışlık ve kapatılma teması var. Cezaevi ya da sanatoryum gibi…

Peki, neden işkence temasını seçtiniz?

Birincisi kişisel nedenler. Bazı temalar yazarı seçer, siz onu seçmezsiniz. Benim durumum da genelde böyle oldu. Genelde yaralar açılıyor ben de, hatta kitabın sonunda öyle itirafım vardır, ‘yaralarım çok ender konuşur ama asla yalan söylemezler’ diye. Benim için edebiyat yaraları konuşturmaktır. Onlardan güzel bir ses çıkarma sanatı gibi… Çünkü yaraların çıkardığı korkunç bir dildir…

Burada sadece fiziki bir işkenceden bahsetmiyoruz değil mi?

Hayır. Soyut bir işkence de olabilir. İnsanın insana ettiği de olabilir. Ve direkt anlatmıyorum. Şiddet, çok dikkatlice yaklaşılması gereken bir konu diye düşünüyorum. Özellikle de işkence. Birebir belgesel bir anlatıma güvenmiyorum. Edebiyatın gücü de bu değil zaten.


Kitabın bir bölümünde, ‘İnsan bir olay karşısında yara alır, bir yanı ölür bir yanı kabuk tutar. Ve ikisini bir araya getirmektir aslolan’ diyorsunuz…


Ben yaraların unutulması taraftarı değilim. Hatta bunu bir trajedi olarak bile görüyorum. Kitaptaki A. figürü, deli adam, geçmişini büyük oranda unutmuştur, bir ikilem yaşar, hem unutmak ister yağmurun altında dolaşır, hem de hatırlamak ister kendini keser… O, o acıdan oluşmuştur. Bu tür şiddet deneyimleri de insanın hayatına bir kez girdimi orada kalır, silemezsiniz artık. Unut demek işin kolayı. Unutmak imkansız ve haksızlık. Biri size karşı bir suç işlemiş ve bunu unutmak suçluyu azat etmektir.

Aslında Taş Bina’yı bu kadar hüzünlü kılanda bunun imkansızlığına işaret etmesi galiba… İçimizde bir sağ kalan var, bir ölen var, bir ele veren, bir ele verilen var ve bunlar asla bir araya gelemiyorlar. Şiddetin insandaki en korkunç etkisinin bu parçalanma olduğuna inanıyorum. Bir şekilde hayat bizi parçalıyor ve trajik kısmı da bu… Taş Bina aslında bütün bu acıdan, travmalardan anlamlı bir bütün oluşturulamadığına dair bir itiraf. Geriye dönüp baktığınızda tüm bunlardaki anlamsızlık aslında en incitici olan. Çektiğiniz onca acının bir anlamı bile yok çoğu zaman. Boşu boşuna çekilmiş.

Kitabınızı okudum, sizi bu kadar inciten, işkence eden neler olmuş olabilir hayatınızda?

Ben de şiddet dolu bir aile de yetiştim. Afrikalılar ile yaşadım bir dönem, epeyce polis şiddetine muhatap oldum. Brezilya da arka sokaklarda dolanmak kolay değildi. E, köşe yazarlığım bile, fiziksel olmasa bile her hafta gelen tehdit telefonları vardı. Okurlarımın bildiği bir şey var, hakkımda bir kitap yazılıp rezil edildim, bundan büyük şiddet olabilir mi? Hayatımda travma üstüne travma var nedenini ben de bilmiyorum.

Nasıl başa çıkıyorsunuz bunlarla? Bir anlamda yazarak mı?

Çıkmayıp ne yapayım bir de bu var. Yazmak, iki ucu keskin bıçak gibi… Kurtulmak istediğiniz travmaya daha yakından daha yakından baktıkça da onun içinde hapis kalıyorsunuz. Ama sonuçta gene de en azından şanslıyım ki yazabiliyorum diyorum. Yazı sonuçta bir hücre, taş bina gibi… Ama sonuçta oraya girmeyi istemişim diye düşünüyorum. Belki de korkuyla bir yüzleşme hali…

Bir arkadaşım sizin için, ‘Herkesin içindeki acı onda bir ayine dönüşüyor. Aslı Erdoğan’da acı güzel bir şarkı gibi…’ demişti. Bize bu dili anlatır mısınız?

Bu cümleyi çok sevdim. Taş binanın tüm teması budur. Kitabın son cümlesi de budur: ’Bir ezgi duyuyorum, hep duyuyorum bu ezgiyi, ama ben o şarkıya katılamıyorum…’ gibi. Tam olarak acıdan bir şarkı çıkarma çabası. Yazıyı da böyle görüyorum aslında… Acı ve işkence pislikle doludur. Romantize edilecek bir yanı yoktur. Bundan insanın ezgisini duymak gibi romantik bir çaba benimki herhalde…

İki öykünüz de kadınlardan bahsediyorsunuz. İşkenceden kadınlar nasibini nasıl alıyorlar bu ülkede?

Brezilya gibi 3. dünya ülkesi sayılan bir yerde de yaşadım. Hakikaten benim gördüğüm ülkeler içinde kadına en kötü davranılan ülke Türkiye… Şiddet o kadar yaygın ki, illaki vurmaca, kırmaca demiyorum. Kadının da kadına uyguladığı bir şiddet var. Bugün ne kadar şişman görünüyorsundan tutun da erkeklerin dünyasında tek olmak için sıralanan bir dolu söz. Bu çemberden çıkmanın tek yolunun da kadınların dayanışması olduğuna inanıyorum. Erkelerden bir şey gelmeyecek. Onlar şiddeti kesmeyecek. Kimse iktidarını kendi isteği ile bırakmaz.

Kitabınızda kadınların güzellik hastalığına yakalandığından bahsediyorsunuz…

Öyküdeki kadın solcu ve tüketim toplumuna karşı bir kadın. Tüketim toplumunun kadınlar üzerinde güzel olmaları için çok baskısı var. Bir kadın için belli bir yaştan sonra etraf boşalıyor. Bunu kendim de yaşadım. Hakikaten, ben de çok saf bir kızdım gençliğimde, zekam ile erkekleri etkilediğimi sanırdım. Çünkü babam zekamı çok severdi. Kendimi hiç güzel görmedim. Çünkü evde zekam ön plana çıkarılırdı. Aşırı güzel bir annem vardı. Evin çirkin ördeği olarak büyüdüm.

Ama zamanla zekamın tam bir dezavantaj olduğunu öğrendim. Aşk olarak dönmedi bana… Hastalandığım dönemler oldu, çok kilo verdiğim, kimse kalmadı etrafımda. E, şimdi yaşta var, 42 oldum… Bir fizikçi gibi iniş grafiğini çizebilirim yani… İnsanların ilgisi nasıl böyle yüzeysel şeylermiş. Boy pos kilo… Hikaye bundan mı ibaretti hep, insan yaralanıyor bir noktadan sonra… ‘Hiç mi değerim yoktu? Kimse ruhumla ilgilenmedi mi?’ gibi bir noktaya geliyoruz. Bence 40 yaşına gelen her insan bunu yaşıyor. Aslında artık güzel olmak da yetmiyor, doğru kullanıldığında etkili bir silah da olabilir.

Peki, kadın yazarlar arasında bir dayanışma var mı?

Ben çok şanslıydım, kadın yazarlardan çok destek gördüm. Özellikle zor dönemlerde çok destek verdiler. Herhalde bunu şuna bağlıyorum, o kadar belirgin bir kurban figürüyüm ki ben onlarda kıskançlık bile uyandırmıyorum.

Sizin için bir siteye biri, ‘İyi yazar ama artık acılarını anlatıp bitirse…’ şeklinde not düşmüş. Karamsar olduğunuzu düşünenlere cevabınız ne olur?

Bir aşk romanı yazayım da artık. Mutlu sonla bitireyim. Fakir kız—zengin adam öyküsü. Memnun olur mu arkadaş bilmiyorum? Bunu da kaybettik diye yazarlar. Ama karamsar bir yazar olduğum doğru ama bir tane de olsa komik bir metnim var.

Başınıza gelenlerden sonra hayata ‘tutku’ duyarak mı yoksa hiçbir şey yapmayarak mı devam ediyorsunuz?

Tahta Kuşlar hikayeden konuşacak olursak, ben kendimi Filiz’e, kapalı ve kolay kolay tutku duyamayan kadına daha yakın hissediyorum. Ama hikayede de bir şekilde Filiz’i tutku duymaya bir adım attırıyorum. Birazcık özgürleştiriyorum. Mahpus’taki kadında, bir hamleyle aşkına sahip çıktı diye düşünüyorum. Demek ki bendeki terazi, bu öyküleri yazdığım sırada en azından, tutkudan yana ağır basmış. Yaptığım her işi tutku ile yaptım, dans, fizik, yazmak. Ama insanlara tutku duydum mu ne yazık ki uzun zamandır büyük bir aşk yaşamadım.

Son sorum; İstanbul sizin için ne ifade ediyor?

Hani insan erken bir evlilik yapar, ilk aşkı ile evlenir ama sonra pişman olur bir türlü de kopamaz, öyle bir şey… Ne onsuz, ne onunla, kavga dövüş gidiyor. Başka bir şehre gittiğimde bu şehri çok özlüyorum. Boğazı çok seviyorum. Boğaz Köprüsü’nden geçerken gözlerim doluyor bazen…

Galata’yı da çok seviyorum. 7 yıl oturdum. Deniz manzaralıydım. O sokakta tek başına oturan tek kadın bendim. Her türlü yasadışı işlerin döndüğü bir yerdi. Önce beni hiç sevmediler sonra çok ısındılar. Evde yangın çıktı, mahallenin delikanlıları bana çiçek getirdiler, ‘abla sen korktun’ diye.




 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi