Röportajlar

 

  Aslı Erdoğan ile söyleşı / Varlık \ Ferıdun Andaç / 1.1.2006
  *Yeni kitabınız Hayatın Sessizliğinde’yi “şiirsel düzyazı” olarak nitelendiriyorsunuz. Metinlerarası okuma yolculuğuna çıktığımızda; dilde, düşüncede yaşanılanların hayatta bir karşılığı olduğunu gözleyebileceğimiz içsel söyleyişe tanık oluyoruz. Bu yazılarınızın temel çıkış noktası neydi, nere(ler)de, hangi zamanlarda yazdınız?

Yazılması beş yıldan uzun süre bir kitap “Hayatın Sessizliğinde”, üstelik hayatımın en karanlık beş yılı. Aslında bana ait olmayan, belki yalnızca kısa bir süre bende konaklayan bir sesi işittiğim, izlediğim duygusuna kapıldım, kitaba adını veren metni, yazarken cisimleştirdiğim... Bu duyguyu sözcüklendirebildiğimdeyse son metne geldiğimi fark ettim: “İnsan hangi sesleri duyar?” Son iki sayfada, dümdüz birebir bir anlatımla aktardığım gibi, gerçek bir trajedi, başedemediğim bir ölüm, öteki’nin ölümü, bu sesin beni hem yola çıkarttığı, hem de ulaştırıp bir başıma bıraktığı yermiş.

*Bir tür bellek yolculuğuna çıkıyorsunuz.; insana/zamana, insanın varoluşsal serüveninin anlamına dönük bir yolculuk. Burada, anlatımınızda baskın gelen imgeler sıklıkla çocukluğa dair olanlardır. Yazdıkça kazığınız, önünü görmeye çalıştığınız çocukluk tüneli yazma nedeniniz diyebilir miyiz?
İlk romanımın ilk cümlesi bellek üzerineydi, hatırlamanın, özellikle mutluluğu hatırlamanın acısı üzerine... Çocukluğuma, çocukluk ormanıma dalabilmek içinse on yıl daha geçmesi gerekiyormuş, on yıl ve beş kitap! “Bir koku, bir ses, çocukluğa doğru pupa yelken gidiş ve hep kilitli bir kapı” diye yazmıştım “Kırmızı Pelerinli Kent”te. Bu kitaptaysa yalın, sahici, her şeyin gerçek anlamını orada bulduğu, her şeyin onda başlayıp onda bittiği bir gece ormanı çocukluk... Suskunluğunu sınırlarında çemberler çizmeye yazgılı olduğum... Kopkoyu, yoğun, ağır, bir türlü ağlanamayan bir damla gibi ortasında durduğum... Sonsuza dek yitirilmiş bir orman.

Belleğim bana çok mutsuz bir çocukluğum olduğunu söyleyip duruyor, belki yazacak ondanda öncesine en eski anılara, başlangıca dönüyor, ilk mutluluğumla buluşuyorum.

*Yazdıkça araladığınız kapıda yaşamla ölüm, kederle acı, kapanmayla açılma/savrulma arasındaki canhıraş bir vuruşmayı görmekteyiz. İmge yoğunluğu, bir tür yazarın/anlatıcının ‘kapalı’ duruşunu anlamlandırıyor. Bunca örtük duruşu seçerken, içsel söyleyişin akışına gittiğiniz gözlenir. Yani açılamayanla akıp gidenin getirdiği metinler. Biraz sizi, yazar olarak duruşunuzu/hissediş/duyuş biçiminizi tanımlıyor diyebilir miyiz?

Yazmak benim için yalnızlığın soğuk labirentinde, sessizce hayatı dinlemek ve sözcüklerle yanıtlamaktır. Yok olup gitmekle olan her şeye bir tanıklıktır. Hem gitmeyi ve dönmeyi, hem de geri dönüşsüzlüğü hissetmek, ölümü hatırlamak ve unutmaktır. Anlara, nesnelere, gölgelere dağılan hikâyemi bir araya toparlama çabasıdır. Karşı konulmaz iki isteğin, kendinden kurtulmak ve bütünüyle kendin olmak, keskin bıçaklar gibi beni sözcük sözcük oymasıdır. Bomboş bir kabuğa, kağıtların üzerindeki bir lekeye dönüşüne dek... Kemik rengi bir imgeye...

Belki de hayatın kendisidir, her imgenin aslını hiçlikten oyup çıkaran diye yazmıştım son metinde...

*Bazen de çağrısız sese doğru yürüdüğünüzü hissederiz metinlerde. Ne dersiniz?

“İnsan, yeterince dinlerse, hayatın bütün seslerini duyabilir” diyorum kitapta, ona sessizliği öğreten bütün sesleri... Benim için hayatın sesi hep çağrısızdı. Ama her sözcük bir çağrı değil midir? Üstelik ısrar eder çağırmakta...

*“Ben”in sorgulanışı... Öyle ki, zaman zaman söylenişin ardından ortaya çıkandır bu. Öteki ile ben’in yüzleşmesi... Bu metinsel yolculuğunuzda sizi buluşturan düşünce neydi, yüzünüz nereye dönüktü daha çok?

Sesleri izliyordu. “Ben” ya da “sen” diyen sesleri, “evet” ya da “hayır”, “daha” ya da “artık yeter!” sözcüklerde geçit veren hayatın bir o sesine, bir ötekine doğru dönüyordu. Benimle öteki arasındaki uçurumu tam orta yerinde, çizgi çizgi imgelere, aynalara, karanlığa dağılan, hem kendisine mahkum edilmiş, hem herkese ait olmak isteyen, yarım bir yüz... Hatta yalnızca bir bakıp, uzun, buruk tamamlanmamış.

*Yazarak hayata dönüş, yazıya tutunarak başka anlatılara geçiş imidir Hayatın Sessizliğinde. Sizin yazıyla, yazar olarak başka okumalar/başka hayatlarla ilintinizin de yansımalarıdır biraz. Ne dersiniz?

Yazmak, “Kırmızı Pekinli Kent”ten beri, benim için yalnızca hayatı anlamlandırma çabası değil, aynı zamanda kutsama çabası, sanırım artık, öteki’nin hayatını, başka hayatları, sevmeden, soyut bir hayata sevgisinin mümkün olmayacağını anladım.

*Orada yakaladığınız ses yazı/anlatıcı duyarlığınızın sesi. Bu kesin. Hatta orada çoğulsunuzdur ses olarak. Nerelere/hangi kanallara girebileceğinizi imler her bir metin. Nerededir sizin yazma sabrınız, yoğunlaşıp yazıda gitme seyriniz?

Sözcüklere basa basa, karanlık, soğuk bir ırmağı geçmeye, karşı kıyıya ulaşmaya çalışıyorum sanki. Son ve nihai imgenin bir türlü bulunamayan son cümlenin peşinde: Yeni doğan günün içine dolacağı, gönül rahatlığıyla kendi yoluna koyulacağı tek bir cümle. Dönüp dolaşıp her defasında vardığım yerse tek bir sözcük: Keşke.

*Yazılarınızda sonsuzluk duygusu baskın. Yaşamla ölüm arasındaki ses her biri. Sizi oralarda gezindiren duygunun kapısını aralayalım biraz...

Yaşamla ölümün karşılıklı hamlelerinden biçimleniyor sanki bizim öykümüz ya da şöyle diyeyim, yaşamla başlayan, hem bir öncekini silen, hem de bütünleyen fırça darbelerinden... Geriye dönüp geçmişe baktığımda, ki bunu ancak yazarak yapabiliyorum, kendi ölümümle göz göze durabildiğim an yaşamı bütün kuralları içinde kavrayabildiğim andı. Sonsuzluğu yansıtan bir an...

*Size eşlik eden duygu/düşünce atlasınızın bütün izlerinin neredeyse kitabınıza ağdığını düşünüyorum. Ne dersiniz?

Kitaptan bir cümle: “İşte, bu da benim hikâyem. Doğumum, ölümüm ve ikisi arasındaki her şey.”

*Bir yazarın kendini tanımlayacağı yazı/anlatımlara gereksinimi var mıdır?

Bir yazar sürekli kendini oluşturur, ben’lere, sen’lere, o’lara dağılarak, imgeler, öyküler kurarak, sesleri, gölgeleri, ışığı izleyerek... Bu bir ihtiyaç mı, bilmiyorum, eğer olsaydı, tatmini mümkün olabilirdi. İnsanlık durumu, ben’in sınırları ve bu sınırların geçirgenliğiyle oluşur. Gelip geçiciliğimiz, ölümlülüğümüz bir temel gerçeğimizse, bizden dışarıya, başka alana, ötekine akma isteğimiz bütün zamanlara yayılma isteğimiz, diğer gerçeğimiz. Belki de “ben kimim?” sorusu modern insana verilmiş bir cezadır, bu soruyla yüzleşmeden herhangi bir özgürlük umudunun kalmaması!

*Bu metinleri bir araya getirirken, oradaki aynada kendinizi nerede gördünüz?

Gece ormanında kaybolmuş kız çocuğuyum ben, annemden devraldığım buruk bir bakışla, bir çığlık, pencerede durmuş, leke leke imgesinin ardında dünyaya bakan, dinleyen ve bekleyen kadınım ben, okyanusa açılırcasına sokaklara koştuğunda yeni dönecek bir ithaka’sı bile olmayan... Ama hepsinden çok, sözcüklerle aynı özden yapılmışçasına her şeye dağılıp sızan, dünyanın sesleri arasında halka halka dolananım ben.

*Peki, okurun sizi orada nasıl görmesini istersiniz?

“Biri” gibi, kimliği, tarihi,, bütünlüğü, olmayan biri gibi. Hatta kendisi gibi. Aslında bunu düşünmemiştim, benimkine değil, kendi imgesine bakmasını istedim.

*Dönüştürücü metinler coğrafyasında gezinirken, yazı kapısı arayışına girdiğiniz gözlenir. Yanılıyor muyum?

“Bir ölünün geçmesi gereken 50 kapı vardır”der Eski Mısır, mutlak yok oluşa ya da varoluşa veya yeniden doğuşa doğru yolculuğunda... Yanında bize işaret ettiği “seçenekler” bunlar değil mi, üstelik iç içe geçmiş, birbirine dönüşmüş ayrıştırılmış biçimde? Kitabın diliyle yanıtlayayım. Her seferinde içimdeki benlerden biri kapıdan çıkıp geçiyor ve geri dönmeye çalışıyor, geride bir türlü aşamadığı eşikte kalansa, demir parmaklıklara tutunmuş, onu çağırıyor.

*Nasıl adlandırmalı bu gezintiyi, dönüştürücü eylemi?

Bir ayin. Geçmişi geleceğe, hayali hakikate, beni ötekine dönüştüren, ölümü yaşama, yaşamı ölüme taşıyan bir ayin. Dünyanın bütün seslerini getiren, bittiğindeyse kendisiyle birlikte götüren bir ayin.

*Yazarak çekildiğiniz kıyılardan söz etmenizi isteyeceğim. Nere(ler)de durur, yazar, yaşarsınız daha çok?

Bomboş, yarı—dolu, harflerle doldurulmuş kağıtların başında oturan kadının ben ya da dünyanın kenarında durmuş, pencerede beliren imgesine, kendi yazgısına çivilenmiş kadın... Sessizlikten koparılan her sözcük için hayatıyla ödeme yapan... Herkesin yaşadığı bu anlar ve durumlar, benim dünyamın iç duvarlarını oluşturuyorlar.

*Kimdir sizin mevsimlerinizde gezinen, yazı/duygu/düşünce ikliminizde yer eden yazarlar/sanatçılar?

Dostoyevski’den Kafka’ya, Çehov’dan Nabokov’a, Bachmann, Musil, Woolf gibi pek çok kişinin listesinde tartışmasız yer alacak isimler... Ama sözün uçsuz bucaksız ıssızlığında seslerini yanıbaşında hissettiğim iki isim verebilirim: Rilke ve Celan.

*Sözü ilk kitabınıza, Kabuk Adam’a (1994) getirmek istiyorum. Aşkın, acının, sanrının bendinden geçen bir roman. Sizi roman yazmaya götüren düşünce neydi?
Tahmin edemeyeceğiniz kadar yalın ve çocukça. Gidiyordum, bir daha dönüp dönmeyeceğimi bilmiyordum, ardım sıra bir iz bırakmak istedim. Ama neden, hemen hemen bitmiş “Mucizevi Mandarin”i kitaplaştırmak yerine alelacele, yangından mal kaçırırcasına “Kabuk Adam”ı yazmaya koyuldum, bilmiyorum. Aşıktım, kaybedeceğimi biliyor, acı çekiyordum.

*Öteki’nin serüvenini içselleştirerek anlatırken; mekân duygusunu, yerin anlamını anlatınızın odağı kılarsınız. Orda acı/savrulma vardır. Yazdıkça labirentlerden geçersiniz. Gezginlik ve yazı...Sizde içselleşendir. Bununla yazın coğrafyamızı genişlettiğinizi de söyleyebilirim. Bunun, sizde, bir çıkış noktası olduğunu söyleyebilir miyiz?

Karanlıkta el yordamıyla aranan ama, henüz kimsenin bulamadığı bir çıkış! Hayatın beni çıkardığı yolculuklar bir gezginlikten çok sorunlu bir kaçıştı bir sürgün geri dönüşsüz bir kopuş. Ama belki de başka türlü öğrenemezdim. Gitmeyi ve dönmeyi yörüngeler çizmeyi, adımlarımı tekrarlamayı uzakların ve en yakının çağrısını, limansızlığı köklerimi içimde taşımayı... Bana verilmiş ve verilmemiş her şeyi yani dilimi...

*Ben ile öteki’nin yüzleşmesini yazmaya yönelirken, neydi temel kaygınız?

Bu yalnızca arzu üzerine yazmak istedim, bir kadının yalnızca arzu vermesini değil, arzusunu kaybetmesi ve yeniden bulmasını kurgulamak istedim. Arzu ve korku, tenin çağrısıyla tuzakları... Ben ve öteki labirentine neredeyse bir uyurgezer gibi dalmışım!

*İlk öykü kitabınız Mucizevi Mandarin (1996) gene sizin yazı—hayat ilişkisinin yansılarını getirir. Yazmak ile hayat arasındaki ilişki sürekli sorunuz/sorguladığınız oldu. Zamanın rengini orada görürsünüz. Burada öykünün anlamı nedir sizde?
“Mucizevi Mandarin” her şeyden çok bir yas öyküsüdür, yeri doldurulamayacak bir kayıp için yakılan ağıt... yazı, aşağılarda akıp giden, ölümlerden sonra bile akıp giden hayatı izleyebileceğimiz bir köprüdür o kitapta, daracık, kırılgan bir köprü. Biri geçmişte diğeri gelecekte saklı iki benlik arasında asılı kalmış anlatıcının (yazarın) konaklayabileceği tek yerdir. ‘Boş yere kendi yansımamızı aradığımız beyaz duvar’, diye yazmışım zamana dair. Hâlâ uçsuz bucaksız beyazlığa, kağıtlara, mezartaşlarına, çok bakıp duruyorum ama şimdi zaman daha çok gri görünüyor bana yürek grisi.

*Arayış/çatışma/yoğunlukla örülü öyküler. Öykü yazmada sizi kendine çeken nedir?

Kitaptan bir cümleyle yanıt vereceğim:
“Benlik ile dış dünyanın geçmiş ile geleceğin, ölümle hayatın ince, keskin, kaygan ve kesinlikle düşsel sınırında yapılan bir yolculuktu bu; bir kaçış bütün gerçek kaçışlar gibi bir kendinden kaçıştı.”

*Bu öykülerin bütünlüğünde gözlenilen hem atmosfer, hem de birbirine yakın durumların içselleştirilerek verilmesidir...Bu yakın durumu nasıl yorumlamalıyız, sizce?

Kitaptan bir cümleyle yanıt vereceğim:
“Benlik ile dış dünyanın geçmiş ile geleceğin, ölümle hayatın ince, keskin, kaygan ve kesinlikle düşsel sınırında yapılan bir yolculuktu bu; bir kaçış bütün gerçek kaçışlar gibi bir kendinden kaçıştı.”

*Peki, sizde, öykü yazmanın zamanı/yeri var mıdır?

Öykünün takip ettiği mesafede –anlattığın her şeye doğru mesafede durmaktır bence öykünün sırrı— çoğu zaman duramam; ölçü, denge, gözlem gücü pek çok yetiden yoksunum. Hayatla temas edebildiğim zamanlarda öyküye yöneliyorum. Bir arkadaşım, heykel yapmaya başladıktan sonra kutsal kitapları daha iyi anladığını söylemişti, benim içinse bunun karşılığı öykü yazmak.

*Kimdir sizin öykücüleriniz?

Bu soruyu ilk kez yanıtladığım 96’dan beri değişmeyen iki isim: Çehov ve Sait Faik. Ve Cortazar.... Her ne kadar “öykücü” olarak tanımasalar da, Nabokov’un, Kafka’nın Bachmann’ın öyküleri...

İlk gençlik yıllarımda beri beni asıl büyüleyen uzun öykü ya da novela olmuştur: Melville’in “Bartleby”si ve Çehov’un “Bozkır”ı... Klasik müzikle, yaylı çalgılar dörtlüsü dinlemek gibi. Thomas Mann, Henry James, D.H. Lawrence Nina Berberova, Marguerite Duras, Marguerite Yourcenar...

*Romanla öyküyü yüz yüze getirdiğinizde, oradan size yansıyanlar nelerdir?

Hepimize elimizin altında görünen kısa öykünün görkemini Gogol’dan Andreyev’e uzanan bir “Rus Öyküleri Antolojisi” okuduğumda kavradım. Romana kıyasla hata kaldırmayan bir tür olduğunu düşünüyorum.

*Kırmızı Pelerinli Kent (1998), yazıda duruşunuzu, hayat ile ölüm, mekân duygusuyla yazmak sanrısını içselleştirerek anlattığınız bir roman. Bunun üzerine yazdığım bir yazıda şöyle bir belirlemem vardı “Rio, onun (Özgür’ün) hem savrulduğu, hem de bağlandığı yerdir. Yazı ise bunun en somut göstergesidir. Masumiyet ve kirlenmişlik duyguları arasında, Rio ‘cehennem’inden yazının ‘cennet’ine yönelir. Bunun bir başka ‘cehennem’ olduğu gerçeğini yaşadıkları ve yazdıklarıyla öğrenecektir...”
Bu romanınızın yazılma/kurulma sürecinden söz etmenizi istiyorum.

Bütün karmaşıklığına labirentten çok karanlık bir ağa bezeyen yapısına karşın, roman tek bir imgeden doğdu: Sakin sıradan bir Pazar günü boyunca Rio sokaklarında dolanan aniden bir soygundan öldürülen kadının imgesiydi bu. Adını bulduğumda –Özgür– sanırım öyküsünü de tamamlamıştım.

Anlattığımın, Orpheus’un da öyküsü olduğunu farketmem zaman aldı pek çok çember çizmem gerekli yunan yollarında cehennem yazmanın cehenneminin... O sıralar hastaydım, bir iskelete dönüşmüştüm, Orpheus’un neden arkasına döndüğü sorusu benim için sahici ve acil bir soruydu.

*Silik/örtük kalanı tamamlar, tanımlar bu kent. Romanda böylesi bir yaklaşımınız var. Nedir bu kenti sizde anlamlı kılan?

Rio de Janus: Biri geleceğe diğeri geçmişe dönük çift yüzlü tanrının ırmağı. Zamanda ve mekânda kurulmuş, çığlıklarla, kör noktalarla kehanetlerle dolu bir labirent, ölüler ülkesi, cangılın tenin ve gecenin çağrısı kaosun zaferi.

İçinden çıkıp geldiğim ama beni sonsuza dek yakalamış bir kenttir Rio sağ kaldığım ve öldüğüm... Uçurumların, kartallarla keşlerin kentiydi, cennetle cehennemin evliliğiydi, benim kadar yaralıydı, sefaleti ve görkemiyle “insan”a çok benziyordu... Bana tuttuğu aynada gördüğüm şey gelince... “Yaşam”da diyebilirim, “ölüm”de...

*Bir kenti kahraman kılma...Rio de Janerio roman asal kahramanı. Gözlemlerinize yansıyanlarda döngüsel bir durum var. İnsandan kente, kentten insana gidersiniz. Romanı, bu bağlamda, nasıl açıklarsınız: kent ve roman neyi anlatır, anlatmalıdır sizce?
Dış dünyayla iç dünyanın “karşıtlığına” görünürdeki karşıtlığına işaret etmek için yüz yüze koydum Özgür’le Rio’yu... Birbirini yansıtan iki ayna gibi. Derin tehli yanıltıcı aynalar... Baktığı her yerde kendi yansımasını gören Özgür ve anlatıldıkça canlanan yazgısını kendi eline alan Rio... Çok eski, kavramlar kadar eski sorular: Dış dünya/iç dünya, hakikat kurgu, özgürlük, ve yazgı, ölümlülük, ve sonsuzluk... bunların tam ortasındaysa, açılamayan bir kilit gibi duran ölüm—yazı—yaşam ilişkisi. Bir roman illa ki bunlarla boğuşmalı mı, sanmıyorum, bu yalnızca çevrelerinden dolanmanın yolunu bulamadım.

*Bir konuşmanızda şunları söylüyorsunuz: “Ben kişisel durumdan yola çıkıyorum. Ben ve dünya arasında bir uçurum olduğunu hissediyorum. Aslında anlatmak istediğim hayata karşı bir tür yabancılaşma. Tutunamaya, dışarıda kalan insanlar var ve ben de kendimi onlardan biri gibi hissediyorum açıkçası.” (Güldal Kızıldemir, 16 Kasım 1997, Radikal) Bu bağlamda şunu sormak istiyorum, yazının bir tutunma yolu olduğunu söyleyebilir misiniz sizin için?

Elbette, ama tutunduğum yalnızca yazı yaşamın kendisi değil. Yazarak yaşama tutunmaya çalışınca insan, elinde yalnızca sözcüklerin kaldığını fark ediyor, toprağından koparılmış bitkiler gibi. Hatta yaşamı bir kenara itip onun yerine geçiyorlar sanki. ‘Yazıyla yaşam, karşılıklı durmuş, karnından konuşan iki vantrilok gibi der Özgür ‘artık hangisinin sesini duyduğuma emin değilim.’

*Yazıya yönelmeniz nasıl oldu, başlama noktanız nerelere uzanır?

İkiye yarıldığım zamanlardı giden ve arkada kalan olarak ölen ve sağ kalan hatırlayanla unutan... Bunu ancak şimdi on yıl sonra böyle adlandırabiliyorum, yazmaya devam etkisi, farklı adlarını da koyabileceğim.

*İş, uğraş, gezginliklerinizden söz eder misiniz bana?

Vaktinden önce yaşlanmış, kabuğuna çekilmiş, bir küskün hayata sürdürüyorum. Son yıllarda yazar evlerine okuma günlerine atölye çalışmalarına indirgendi gezginliğim. Gerçi bunlar sayesinde soluk alıp verebiliyorum. Hem de ‘ekmek parası”, benim durumumda sözcüğün tam anlamıyla yoğurt ve ekmek parası... Yoksa darmadağınık çıplak ampul ışığıyla aydınlanmış odamdan hiç çıkamamaktan çıkmak için tek bir neden bulamamaktan korkuyorum.

*Yazı, hayatınızda nerededir, nerede durur?

Artık yazı, hayatımda öyle bir yer işgal ediyor ki, ya da kendisi olmasa bile gölgesi öyle bir alanı kaplıyor ki, “hayatım” dediğimde, ne kastettiğimi bilmiyorum. Hatta bunu bilecek bir “ben” bile kalmadı gibi. İçimdeki her şeyi çekip götüren bir kitabı henüz tamamladım, şimdilik ‘canlı’ bile sayılmam.

*Gene bir konuşmanızda şunları söylüyorsunuz: “Yazar, eğer yapabilirse, daha önce görülmemiş bir yere ayna tutar, hepimizin içinde olan bastırılmış bir sesi dışa vurur, korktuğumuz bir karanlığa dalar.” Günümüzün yazarı, bu anlamda, sizce, çağının vicdanı olabilme misyonunu nasıl üstlenmeli?

Kayıplar ve kaybolmak... Kopuşlar, vedalar, yarılmalar... Hayatın döngüleriyle geri dönüşsüzlüğü. Limansız yolculuklar Arada kalmak... Araf’ın sabahları... Ama sanırım, her şeyden çok, hayal kırıklığı, bu dünyayla yaşıt gibi duran hayal kırıklığı.

*Yazma duygunuzun temel kaynağı, ivmesi nedir ?
Katman katman taş, meydan okuma, mücadele... Bu diğerini örten, gizleyen dönüştüren... Olanca gücüyle ayağa kalkmaya topraktan uzaklaşmaya çalışan, açgözlü kıpır kıpır, dayanaklı bir organizma... Canlı tehli, baştan çıkarıcı dış dünya, dar ve sonsuz sokaklarda bitmez tükenmez bir yolculuk, öteki’nin çağrısı. Kentler, benim için, aynalarla, yankılarla, tuzaklarla dolu labirentler ve günümüz insanının yazgısını temsil ediyorlar.

*Kentlerin sizin için anlamını nasıl dile getirebilirsiniz?

Bunların hepsi, ne aradığımı bilmeden çıktığım yolculuklar. Bulduğumda onu tanımadığım, tanıdığımda ise çok geç kaldığım... İçlerinde kaybolmaktan bir türlü vazgeçemediğim parıltılı dünyalar.

*Sözümüzü Hayatın Sessizliğinde ile sonlayalım. Bu kitabın sizin için yazıda “yeni yol”unuza düşen bir ışık olduğunu söyleyebilir miyiz?

Geceleri cangılda tek ışık kaynağı yıldız ışığını yansıtan bir tür bitkidir. Yaprakları izleyerek yolunuzu bulabilir karanlıkta çemberler çizerek başladığınız yere dönebilirsiniz. Gözünüzü ondan hiç ayırmamak koşuluyla, yani başka hiç bir şey görmeden...

*Peki, burada yazarak tümlemeye/onarmaya çalıştıklarınız neler oldu?

Yazmak varoluşun bütünlüğüne doğru bir yolculuksa hayalle hakikatin imgeyle bakışın ben’le sen’in mutlak buluşmasına doğru sınırları bulmak ve aşmak sorundadır. Ben aşkınlığı hedeflemeyen bir yazının kendini tüketeceğine inanırım, ama bu aşkınlık tek bir yere, yalnızca, sevgiye varabilir. Koca bir dünyayı yitirmem gerekli kendi öyküme başlayabilmek için, aşıksa bu yitirişin adlarından biri.
Ölüler Ülkesi’nin kapısını açan tek çalgımı, akordu bozuk lirimi “Kırmızı Pelerinli Kent”te kırdıysam, bu kitapta onarmaya çalıştım. Son metni bitirdiğimde, kendimi şimdiye dek hiç hissetmediğim kadar tamamlanmış hissettim. Elbet gelip geçici kısa ömürlü bir durumdu bu, ama gene de sanki bir mucizeydi. Anlatılamayan eksik kalan üzerine kurduğum ona cümleden, yokluğun seveninde çizdiğim onca çemberden sonra, beklemediğim ve haketmediğim bir mucize. Belki ancak sözcüklere teslim edilemeyecek olanı, sözcüklere bırakarak kabullenebiliyorum:
“Varolanların bize yokluğu hatırlatmak için olduklarını...”

*Aşk mı, aşkınlık mı? Sizi yazıda besleyen hangisi?

Hayat, bir insandan yüzünü çalabilir, bedenini ruhunu, hatta trajedisini.. Ama acısıyla yalnızlığını çalamaz. Benim, buna karşılık, tek yapabileceğim hayata, hayatın seslerine ve sessizliğine olanca geçirgenliğimle açılmak.


*Bu kitapla başladığınız yerde olmadığınız kesin. Benzer tek yan: acı. Ama onu da sağaltmak isteyen, ondan yeni sesler türeten bir Aslı Erdoğan var karşımızda. Ne dersiniz?

Anlatmak istiyorum. Hikâyeler anlatmak, kişiler yaratmak ve konuşturmak onların sözcüklerini ödünç almak ve yazgılarına teslim olmak... Bir ben bile ‘ben’ demeden, ya da ‘sen’, ‘ölüm’ ya da ‘hayat’ demeden...

 

Haberler Biyografi Kitaplar Fotoğraflar Röportajlar Köşe Yazıları   İletişim Ana Sayfa
Design by medyanomi